Hayat dediğimiz şey, kimi zaman bakışlarla şekillenir. Bir bakış, cesaret verebilir; bir diğeri, içini titretebilir. Belki de o yüzden, insanlık var olduğundan beri “göz” hep bir sır, hep bir güç olarak görülmüş. Nazar inancı işte tam buradan doğmuş: gözün gördüğünden fazlasını taşıdığına, bazen de o taşınan şeyin başka kalplere, başka bedenlere ağır geldiğine inanılmış.
Bu inanç sandığımızdan da eski. Antik Mısır’da göz muskasını boynuna asanlar; Yunan’da “kötü mavi göz” korkusuyla taşlar takanlar; Mezopotamya’da göz şeklinde taşlarla bebekleri koruyanlar… Hepsi aynı sezgiden beslenmiş: bakışlar sadece bakmaz, bazen geçirir, bazen taşır, bazen sızar…
Ve yüzyıllar sonra bu inanç, bizim topraklarımızda nazar boncuğu olmuş. O mavi boncuğun içindeki göz, korkulanın kendisini savunma aracına dönüştürmüş. Ne kadar güzel ve çelişkili değil mi? Korktuğunla korunmak…
Kurşun dökmeye gelince… Orta Asya’nın rüzgarları taşımış bu ritüeli. Şamanlar, kötü enerjilerin görünmez iplikler gibi insana dolandığını, hasta ettiğini düşünmüş. O iplikleri çözmek için kurşun eritmişler, suya dökmüşler, çıkan şekillere bakarak ruhun içindeki düğümleri çözmeye çalışmışlar. Kurşun sadece bir metal değilmiş; ağırlığıyla, şekil alışıyla, soğurken çıkardığı tıslamayla kötü olanı dışarı atmanın sembolü olmuş.
Peki bugün? Kurşun dökmenin ya da nazar boncuğunun bilimsel açıklaması var mı? Bilim diyor ki: “Kurşun, gerçekten radyasyonu engelleyebilir. Ama kurşun dökme ritüelinde kullanılan minicik kurşun parçasının böyle bir etkisi olmaz.” Nazar için de bilimsel bir enerji akışından söz edilemiyor. Ama burada çok kıymetli bir şey var: inanmanın, insan ruhuna iyi gelmesinin bilimsel bir temeli var.
Psikoloji diyor ki: “Ritüeller, insana tamamlanma hissi verir. Anlam yüklediğin bir eylem, seni güçlendirebilir. İnanmak, bazen şifa kadar etkilidir.” Kurşun döktürüp “artık üzerimde yok” diyebildiğinde, bedenin gerçekten rahatlama tepkileri verir. Nazara uğradığını düşünüp korunmaya çalışmak da, kendi iç dengen için bir savunma mekanizması olabilir.
Ama burası ince bir çizgi. Bir noktadan sonra, tüm sıkıntılarımızın kaynağını “nazar” gibi görünmez güçlere yüklemek, bizi gerçek çözümlerden uzaklaştırabilir. Her baş ağrısında, her kötü günde “biri göz etti” demek, bizi kendi gücümüzden, sorumluluğumuzdan uzaklaştırabilir.
Bu yüzden belki şöyle demek en güzeli: inanıyorsan, inancını kalbinde bir yerlerde taşı; ama hayatın direksiyonunu ona bırakma.
Nazara inanmak seni hafifletiyorsa ne güzel. Kurşun döktürmek sana ferahlık veriyorsa, onunla barış. Ama bir noktada da şunu bil:
En koruyucu zırh, kendine duyduğun şefkattir.
En büyük nazar, kendine kendi bakış açınla verdiğin zarardır.
Belki o yüzden, binlerce yıldır bir göz simgesiyle korunmaya çalışıyoruz.
Çünkü bir bakış, bazen koca bir dünyayı taşıyor. Ve insan, dünyaya bazen gözüyle, bazen kalbiyle bakıyor.
Nazardan korunmanın en güzel yolu da belki, kendimize şefkatle bakmayı öğrenmekten geçiyor.
