,, ,
Dr. Canan Yılmaz
Köşe Yazarı
Dr. Canan Yılmaz
 

Kız Önlüğü

Deprem sonrasıydı. Köyün hemen hemen tamamı zarar görmüş olsa da, köylüler, "yokluk belası" deyip, yıkık dökük evlerinde yaşamaya devam ediyorlardı. Köyün tek sınıflı okulu da kapalıydı ama çocuklar sınıfta toplanmış, heyecan içinde, kırık camlardan dışarıya bakıyorlardı. Çünkü birazdan onlar için toplanılmış kıyafetler gelecekti. Hepsinin yüzünde tebessüm ve sabırsızlık vardı. Aslında kıyafetler geçen hafta okulda olacaktı ama günlerdir süren kar yüzünden yollar kapanmış ve kavuşma anca bugüne kalmıştı.  Sınıfın ortasında, artık yanmayan eski bir odun sobası, yeşil duvarlarda çocukların çizdiği resimler, alfabe ve çarpım tablosu vardı ve sıralar, masalar, hepsi hemen hemen artık kullanılmayacak haldeydi. Siz benim okul dediğime de bakmayın,  burası sadece, beş ayrı sınıfın bir arada ders yaptığı küçük bir odaydı. Geçen yıl okula gelen Devrim Öğretmen'in güleryüzü ve güleryüreği de olmasa, çocukların hiçbiri bir gün bile bu odaya girmek istemezdi. Derken, beklenilen minibüs yolun başından göründü. Çocuklar çığlıklar atarak önce birbirlerine sarıldılar, sonra da dışarıya koştular. Minibüs karları çamurları yara yara gelip, okul kapısının önünde durdu ve arka kapıyı açan adam, siyah poşetlerin içindeki montları, kazakları ve botları alelacele ve gelişigüzel minibüsün etrafını saran çocuklara atmaya başladı. Artık kime ne denk gelirse!  Her ne kadar okul görevlisi çocukları sakinleştirmeye çalıştıysa da, pek başarılı olamadı. Minibüse uzanan küçücük ellerin tek derdi vardı, havada uçan kıyafetlerden bir tanesi yakalamak. Dağıtımı yapan adam beş dakika içinde poşetlerin hepsini boşalttı, ne var ne yok çocukların üstüne attı ve geldiği gibi, hiç konuşmadan etmeden çekip gitti.  Çocuklar o harala gürele içinde kapabildikleri kıyafetleri denemeye başladı. Kimine bir çift bot, kimine mont, kimine de sadece kazak...İstediklerine denk gelenler mutluydular ama içlerinde bir kız vardı ki, elindeki lacivert erkek montuyla öylece kalakalmış, çaresiz gözlerle etrafa bakıyordu. O sırada, biraz ileride, neşe içindeki kız arkadaşlarını gördü. Hepsinin ya kırmızı ya da pembe, çiçekli, böcekli, aylı, güneşli montları olmuştu ama o kargaşada onun eline tutuşurulan sadece lacivert bir erkek montuydu.  Gözleri doldu.  Belinden kayan yırtık pantolonunu yukarı çekti.  Akan burnunu kazağına sürdü.  Tekrar elindeki montu inceledi.  Montu hiç sevmemişti. Montun sırt tarafına tank ve asker resimleri işlenmişti ve çok kaba duruyordu. Oysa o günlerce, filmlerdeki zengin kızların giydiği, yakasında upuzun pembe tüyleri olan ve giyeni bir anda hanımefendiye dönüştüren o kibar montlardan hayal etmişti.  Ne yapacaktı ki şimdi erkek montuyla? O bunları düşünürken, arkadaşları çoktan montlarını, botlarını, kazaklarını giyinip, güle oynaya evlerinin yolunu tutmuşlardı. Kız tek başına okulun önünde kalakalmıştı. O sırada ayaklarının üşüdüğünü hissetti. Ayağındaki eski lastiklerin içleri kar suyu dolmuştu. Zaten ağlamak için bahane arıyordu ya, daha fazla kendini tutamadı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.  Bu sırada omuzuna dokunan bir elle irkildi ve korkuyla arkasına döndü. Devrim Öğretmen’le göz göze geldiler. Öğretmen o hiç yüzünden eksik olmayan gülümsemesiyle yere çöktü. Önce cebinden çıkardığı mendille küçük kızın gözlerini ve burnunu sildi,  sonra da neden ağladığını sordu.  Kız cevap veremedi. Sadece elindeki montu uzatıp öğretmenine gösterdi. Devrim Öğretmen meseleyi anladı ve montu aldıktan sonra kızın elini tutarak onu sınıfa götürdü. İki dakikada sobayı tutuşturan Devrim öğretmen, hemen iki sandalye alıp, sobanın yanına koydu ve kızı sandalyelerden birine oturttu, kendi de diğer sandalyeye geçti.  Kız bir yandan üşüyen ayaklarını ısıtmaya çalışıyor, diğer yandan başı önde susuyordu. Bir süre öyle durdular. Devrim Öğretmen yerinden kalktı, sınıf kapısının arkasında asılı olan paltosunun cebinden bir fotoğraf çıkarıp geri geldi.  Fotoğrafı kıza uzattı. Kız fotoğrafı aldı ve şaşkın gözlerle uzun uzun fotoğrafa baktı. Yıpranmış siyah beyaz bir fotoğraftı bu. Fotoğrafta sınıfın ortasında, siyah kız önlüğüyle duran bir erkek çocuk vardı. Kız başını kaldırıp, “Kim bu?” der gibi öğretmenine baktı.  Devrim Öğretmen “O çocuk benim.” dedi. Bu söz üzerine kızın gözleri iyice açıldı. “Gerçekten mi Öğretmenim? Sahi, sen misin bu?”  Öğretmen kızın sarı saçlarını okşadı, yerine oturdu.  “Evet ya, o kız önlüklü çocuk benim...Bak kızım, yaşam bazen istediğimiz gibi olmuyor. Üzgünüm ama öyle... Hayat herkese eşit davranmıyor. Birileri gülüp eğlenirken, birileri ağlıyor... Bu fotoğraf çekildiği zaman, babamın iflas ettiği seneydi ve benim fakirlikle ilk tanışmamdı. Biz beş kardeştik. Babamın bir bakkal dükkânı vardı. Ekonomik sıkıntılar oldu ve dükkân battı. Ev kira, dokuz nüfus, elde avuçta yok... Kolay değil, ben ve kardeşlerim, hepimiz de okula gidiyoruz. O vakitler okula siyah önlüklerle gidilirdi. Bizim de önlüklerimiz eskimiş, yırtılmış, giyilecek halde değiller. Beş çocuk, hepimize yeni önlük lazım ama para yok. Zar zor, konu komşunun yardımıyla, başka çocukların eski önlükleri toplandı. Beş adet siyah önlük... Biz beşimiz de erkek çocuğuz ama gel gör ki, bulunan önlüklerden bir tanesi kız önlüğü!.. Annem hepimizi yanına çağırdı ve 'İçinizden biri paramız olana kadar bu kız önlüğüyle idare edecek yavrularım. Üzgünüm ama yapacak bir şey yok.' dedi...Ben annemi ilk defa öyle çaresiz görmüştüm ve nasıl üzüldüm, sana tarif edemem.  Önce abilerime baktım. Hepsinin gözü halının üstüne serilmiş önlüklerdeydi ve hepsi de erkek önlüklerini giymek istiyorlardı.  Bunu onların gözlerinde görüyordum. Sonra annemle göz göze geldim...Gülümsedi bana ama bu öyle bir gülümsemeydi ki, hani, 'Kurban olurum ben sana Devrim. Kurtar beni zor durumdan.' der gibi.  'Ben giyerim.' dedim. Abilerim bu hiç beklemedikleri tavrım karşısında birbirlerine baktılar... Annem yerden aldığı kız önlüğüyle yanıma geldi, dizlerinin üstüne çöküp, bana sarıldı. Gözyaşlarını yanağımda hissettim... Ama olsundu, hiçbir şey annemden daha değerli değildi ki... Annem beni öperken, kulağıma 'Devrim, devrimim, güzel oğlum, seni beni daha fazla utanmaktan kurtardın, Allah da seni hiç utanacağın bir duruma sokmasın. Başın hep dik olsun emi' dedi.  İşte yavrum, ben o günden sonra bir süre kız önlüğüyle okula gidip geldim. Dalga geçen, laf atan, arkamdan gülenler oldu ama tam tersi, beni o halimle seven, kabul eden, benimle oynamak isteyen, aferin sana diyen de oldu ama inan bana, kimin ne söylediği zerre umrumda değildi. Çünkü annemin o çaresizliği hep gözleriminin önündeydi. Ben annemin kahramanıydım ve bu bana yeterdi.  Kız önlüğü giydim diye hiç utanmadım, hiç kendimi kötü hissetmedim kızım. Hatta şimdi öğretmen olduysam, o önlüğün bunda çok etkisi var. Ağlamayan, gülmenin değerini bilmiyor ve kıyafet de insanı insan etmiyor. İnsanı gösteren kıyafet değil, kalbidir ve senin kalbin o kadar güzel ki, inan bana, seni seven arkadaşların, bu montu farkına bile varmayacaklar, sırtındaki monta değil, içindekine bakacaklar. Hayat bize adil davranmasa da biz kendimize adil davranmalıyız kızım. Dünyada hiçbir kumaş gözyaşına değmez. Başını eğme, onurunu kaybetme, mal mülk için kimseye minnet etme. Varsa ye, yoksa aç kal ama diren, umut et ve kendine güven." Kız hayranlıkla yerinden kalktı ve önce sıkı sıkı öğretmenine sarıldı, sonra da yerde duran montu aldı. O sırada gözü yine montun arkasındaki sevimsiz asker armasına değdi. Suratı asılır gibi olsa da montu giydi. Devrim öğretmen montun düğmelerini iliklerken “Gördüm kızım, montun üstündeki askerleri gördüm. Sen hiç canını sıkma. Dinle bak, Ozan Hasan Hüseyin Korkmazgil ne demiş... 'Yaşayanlar bir gün ölür'                           elbette ağaçlarla balıklarla kuşlarla ben              âmenna 'ağlayanlar bir gün güler'                         elbette uyanmakla anlamakla bilmekle ben              âmenna 'kısa çöp uzun çöpten hakkını alır'                       elbette direnmekle kurtulmakla barışla ben           âmenna öyle bir yerdeyim ki                  ne karanfil                  ne kurbağa öyle bir yerdeyim ki biryanım maviyosun            dalgalanır sularda biryanım çocuk parkı                  çığlıkçığlığa öyle bir yerdeyim ki             anam gider allah allah             dölüm düşmüş sokağa dostum dostum güzel dostum bu ne beter çizgidir bu          bu ne çıldırtan denge yaprak döker biryanımız  bir yanımız bahar bahçe... İnan kızım, o gün geldiğinde, yani, kısa çöpün uzun çöpten hakkını aldığı gün, sen ve dünyanın bütün çocukları,üstünde rengarenk çiçekler olan montlar giydireceksiniz. İnan buna kızım inan..." Güldüler. Sobada düş, yürekte umut güldü. * Özünüze rast gelesiniz. Sevgiyle.
Ekleme Tarihi: 02 Mayıs 2025 -Cuma

Kız Önlüğü

Deprem sonrasıydı. Köyün hemen hemen tamamı zarar görmüş olsa da, köylüler, "yokluk belası" deyip, yıkık dökük evlerinde yaşamaya devam ediyorlardı. Köyün tek sınıflı okulu da kapalıydı ama çocuklar sınıfta toplanmış, heyecan içinde, kırık camlardan dışarıya bakıyorlardı. Çünkü birazdan onlar için toplanılmış kıyafetler gelecekti. Hepsinin yüzünde tebessüm ve sabırsızlık vardı. Aslında kıyafetler geçen hafta okulda olacaktı ama günlerdir süren kar yüzünden yollar kapanmış ve kavuşma anca bugüne kalmıştı. 

Sınıfın ortasında, artık yanmayan eski bir odun sobası, yeşil duvarlarda çocukların çizdiği resimler, alfabe ve çarpım tablosu vardı ve sıralar, masalar, hepsi hemen hemen artık kullanılmayacak haldeydi. Siz benim okul dediğime de bakmayın, 
burası sadece, beş ayrı sınıfın bir arada ders yaptığı küçük bir odaydı. Geçen yıl okula gelen Devrim Öğretmen'in güleryüzü ve güleryüreği de olmasa, çocukların hiçbiri bir gün bile bu odaya girmek istemezdi.

Derken, beklenilen minibüs yolun başından göründü. Çocuklar çığlıklar atarak önce birbirlerine sarıldılar, sonra da dışarıya koştular. Minibüs karları çamurları yara yara gelip, okul kapısının önünde durdu ve arka kapıyı açan adam, siyah poşetlerin içindeki montları, kazakları ve botları alelacele ve gelişigüzel minibüsün etrafını saran çocuklara atmaya başladı. Artık kime ne denk gelirse! 

Her ne kadar okul görevlisi çocukları sakinleştirmeye çalıştıysa da, pek başarılı olamadı. Minibüse uzanan küçücük ellerin tek derdi vardı, havada uçan kıyafetlerden bir tanesi yakalamak.

Dağıtımı yapan adam beş dakika içinde poşetlerin hepsini boşalttı, ne var ne yok çocukların üstüne attı ve geldiği gibi, hiç konuşmadan etmeden çekip gitti. 

Çocuklar o harala gürele içinde kapabildikleri kıyafetleri denemeye başladı. Kimine bir çift bot, kimine mont, kimine de sadece kazak...İstediklerine denk gelenler mutluydular ama içlerinde bir kız vardı ki, elindeki lacivert erkek montuyla öylece kalakalmış, çaresiz gözlerle etrafa bakıyordu. O sırada, biraz ileride, neşe içindeki kız arkadaşlarını gördü. Hepsinin ya kırmızı ya da pembe, çiçekli, böcekli, aylı, güneşli montları olmuştu ama o kargaşada onun eline tutuşurulan sadece lacivert bir erkek montuydu. 

Gözleri doldu. 
Belinden kayan yırtık pantolonunu yukarı çekti. 
Akan burnunu kazağına sürdü. 
Tekrar elindeki montu inceledi. 
Montu hiç sevmemişti. Montun sırt tarafına tank ve asker resimleri işlenmişti ve çok kaba duruyordu. Oysa o günlerce, filmlerdeki zengin kızların giydiği, yakasında upuzun pembe tüyleri olan ve giyeni bir anda hanımefendiye dönüştüren o kibar montlardan hayal etmişti. 

Ne yapacaktı ki şimdi erkek montuyla?

O bunları düşünürken, arkadaşları çoktan montlarını, botlarını, kazaklarını giyinip, güle oynaya evlerinin yolunu tutmuşlardı. Kız tek başına okulun önünde kalakalmıştı. O sırada ayaklarının üşüdüğünü hissetti. Ayağındaki eski lastiklerin içleri kar suyu dolmuştu. Zaten ağlamak için bahane arıyordu ya, daha fazla kendini tutamadı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. 

Bu sırada omuzuna dokunan bir elle irkildi ve korkuyla arkasına döndü. Devrim Öğretmen’le göz göze geldiler. Öğretmen o hiç yüzünden eksik olmayan gülümsemesiyle yere çöktü. Önce cebinden çıkardığı mendille küçük kızın gözlerini ve burnunu sildi,  sonra da neden ağladığını sordu. 

Kız cevap veremedi. Sadece elindeki montu uzatıp öğretmenine gösterdi. Devrim Öğretmen meseleyi anladı ve montu aldıktan sonra kızın elini tutarak onu sınıfa götürdü. İki dakikada sobayı tutuşturan Devrim öğretmen, hemen iki sandalye alıp, sobanın yanına koydu ve kızı sandalyelerden birine oturttu, kendi de diğer sandalyeye geçti. 

Kız bir yandan üşüyen ayaklarını ısıtmaya çalışıyor, diğer yandan başı önde susuyordu. Bir süre öyle durdular. Devrim Öğretmen yerinden kalktı, sınıf kapısının arkasında asılı olan paltosunun cebinden bir fotoğraf çıkarıp geri geldi. 

Fotoğrafı kıza uzattı. Kız fotoğrafı aldı ve şaşkın gözlerle uzun uzun fotoğrafa baktı. Yıpranmış siyah beyaz bir fotoğraftı bu. Fotoğrafta sınıfın ortasında, siyah kız önlüğüyle duran bir erkek çocuk vardı. Kız başını kaldırıp, “Kim bu?” der gibi öğretmenine baktı. 

Devrim Öğretmen “O çocuk benim.” dedi. Bu söz üzerine kızın gözleri iyice açıldı. “Gerçekten mi Öğretmenim? Sahi, sen misin bu?” 

Öğretmen kızın sarı saçlarını okşadı, yerine oturdu. 
“Evet ya, o kız önlüklü çocuk benim...Bak kızım, yaşam bazen istediğimiz gibi olmuyor. Üzgünüm ama öyle... Hayat herkese eşit davranmıyor. Birileri gülüp eğlenirken, birileri ağlıyor... Bu fotoğraf çekildiği zaman, babamın iflas ettiği seneydi ve benim fakirlikle ilk tanışmamdı. Biz beş kardeştik. Babamın bir bakkal dükkânı vardı. Ekonomik sıkıntılar oldu ve dükkân battı. Ev kira, dokuz nüfus, elde avuçta yok...

Kolay değil, ben ve kardeşlerim, hepimiz de okula gidiyoruz. O vakitler okula siyah önlüklerle gidilirdi. Bizim de önlüklerimiz eskimiş, yırtılmış, giyilecek halde değiller. Beş çocuk, hepimize yeni önlük lazım ama para yok. Zar zor, konu komşunun yardımıyla, başka çocukların eski önlükleri toplandı. Beş adet siyah önlük... Biz beşimiz de erkek çocuğuz ama gel gör ki, bulunan önlüklerden bir tanesi kız önlüğü!..

Annem hepimizi yanına çağırdı ve 'İçinizden biri paramız olana kadar bu kız önlüğüyle idare edecek yavrularım. Üzgünüm ama yapacak bir şey yok.' dedi...Ben annemi ilk defa öyle çaresiz görmüştüm ve nasıl üzüldüm, sana tarif edemem. 

Önce abilerime baktım. Hepsinin gözü halının üstüne serilmiş önlüklerdeydi ve hepsi de erkek önlüklerini giymek istiyorlardı. 
Bunu onların gözlerinde görüyordum. Sonra annemle göz göze geldim...Gülümsedi bana ama bu öyle bir gülümsemeydi ki, hani, 'Kurban olurum ben sana Devrim. Kurtar beni zor durumdan.' der gibi. 

'Ben giyerim.' dedim. Abilerim bu hiç beklemedikleri tavrım karşısında birbirlerine baktılar... Annem yerden aldığı kız önlüğüyle yanıma geldi, dizlerinin üstüne çöküp, bana sarıldı. Gözyaşlarını yanağımda hissettim... Ama olsundu, hiçbir şey annemden daha değerli değildi ki... Annem beni öperken, kulağıma 'Devrim, devrimim, güzel oğlum, seni beni daha fazla utanmaktan kurtardın, Allah da seni hiç utanacağın bir duruma sokmasın. Başın hep dik olsun emi' dedi. 

İşte yavrum, ben o günden sonra bir süre kız önlüğüyle okula gidip geldim. Dalga geçen, laf atan, arkamdan gülenler oldu ama tam tersi, beni o halimle seven, kabul eden, benimle oynamak isteyen, aferin sana diyen de oldu ama inan bana, kimin ne söylediği zerre umrumda değildi. Çünkü annemin o çaresizliği hep gözleriminin önündeydi. Ben annemin kahramanıydım ve bu bana yeterdi. 

Kız önlüğü giydim diye hiç utanmadım, hiç kendimi kötü hissetmedim kızım. Hatta şimdi öğretmen olduysam, o önlüğün bunda çok etkisi var. Ağlamayan, gülmenin değerini bilmiyor ve kıyafet de insanı insan etmiyor. İnsanı gösteren kıyafet değil, kalbidir ve senin kalbin o kadar güzel ki, inan bana, seni seven arkadaşların, bu montu farkına bile varmayacaklar, sırtındaki monta değil, içindekine bakacaklar. Hayat bize adil davranmasa da biz kendimize adil davranmalıyız kızım. Dünyada hiçbir kumaş gözyaşına değmez. Başını eğme, onurunu kaybetme, mal mülk için kimseye minnet etme. Varsa ye, yoksa aç kal ama diren, umut et ve kendine güven."

Kız hayranlıkla yerinden kalktı ve önce sıkı sıkı öğretmenine sarıldı, sonra da yerde duran montu aldı. O sırada gözü yine montun arkasındaki sevimsiz asker armasına değdi. Suratı asılır gibi olsa da montu giydi. Devrim öğretmen montun düğmelerini iliklerken “Gördüm kızım, montun üstündeki askerleri gördüm. Sen hiç canını sıkma. Dinle bak, Ozan Hasan Hüseyin Korkmazgil ne demiş...

'Yaşayanlar bir gün ölür'
                          elbette
ağaçlarla
balıklarla
kuşlarla ben
             âmenna

'ağlayanlar bir gün güler'
                        elbette
uyanmakla
anlamakla
bilmekle ben
             âmenna

'kısa çöp uzun çöpten hakkını alır'
                      elbette
direnmekle
kurtulmakla
barışla ben
          âmenna

öyle bir yerdeyim ki
                 ne karanfil
                 ne kurbağa
öyle bir yerdeyim ki
biryanım maviyosun
           dalgalanır sularda
biryanım çocuk parkı
                 çığlıkçığlığa
öyle bir yerdeyim ki
            anam gider allah allah
            dölüm düşmüş sokağa

dostum dostum güzel dostum
bu ne beter çizgidir bu
         bu ne çıldırtan denge
yaprak döker biryanımız
 bir yanımız bahar bahçe...

İnan kızım, o gün geldiğinde, yani, kısa çöpün uzun çöpten hakkını aldığı gün, sen ve dünyanın bütün çocukları,üstünde rengarenk çiçekler olan montlar giydireceksiniz. İnan buna kızım inan..."

Güldüler.
Sobada düş, yürekte umut güldü.

*
Özünüze rast gelesiniz.
Sevgiyle.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve newsfindy.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.