Ortalama bir insan ömrünün üçte biri.
Birlikte yaşadık, birlikte yaşlandık.
Aynı havayı soluduk. Üzüntüleri, sevinçleri birlikte paylaştık.
Zaman içinde benim saçlarım döküldü, onun ağaçları söküldü.
Ben olgunlaştım, o betonlaştı.
Benim dostlarım çoğaldı, o kalabalıklaştı.
Ve kalabalıklaştıkça yozlaştı.
Her gün talan ettiler gözümün önünde…
Soydular, yağmaladılar.
Her gün tecavüz ettiler, milyonların gözü önünde.
Üstelik milyonların oylarıyla.
Bir zamanlar tanrıların gözettiği bir yarımadada doğmuştu İstanbul.
Adı önce Byzantion'du, sonra Konstantinopolis oldu.
Bir gül kadar narin, bir kılıç kadar keskin, zamanın ve kaderin tam ortasında, yedi tepeli bir rüya gibiydi.
Ayasofya'nın kubbesinde Tanrı’nın soluğu, Haliç'in suyunda mitlerin yankısı vardı.
Her sokak bir efsane anlatır, her taş bir destanı fısıldardı.
Ama artık gökyüzü tanrılara değil, vinçlere ait.
İnsanoğlu, Prometheus’un çaldığı ateşi harca kattı,
Sisyphos’un kayasını beton bloklara dönüştürdü.
Her sabah yeniden inşa edilen, her akşam yeniden çürüyen bu kuleler, Zeus’un gazabını değil, Nemesis’in adaletini çağırır oldu.
Her yükselen bina, doğanın terazisinden bir tuğla daha eksiltti.
Bu, doğaya karşı bir kibir değilse, nedir?
Fotoğraflardaki bu yeni şehir, tufandan sonra yeniden doğan bir medeniyet değil, tufanı getirenlerin kendi elleriyle ördüğü cehennemdir.
İkarus’un kanatlarını eritmiş güneşe benzer bu manzara.
Yükselirken yanıyor, yandıkça yükseliyor.
Platon’un mağarasından çıkıp gölgeye âşık olmuş bir uygarlık gibi ışığı unutan, sadece yansımasını seven bir topluluk…
Bu kent, artık bir masal anlatmıyor.
Bu kent, bir ağıt mırıldanıyor.
“Ey Lale Devri’nin incelikli şehirleri,
Nereye gitti sizdeki zarafet?
Ey divan şiirinin metaforlarına sığınan minare gölgeleri,
Kim sürdü sizi bu beton zindanına?”
Artık Galata’da Hestia’nın ocağı sönmüş, yerine dijital asansör düğmeleri konmuş.
Artemis ormanı terk etmiş, Afrodit ise vitrinlere hapsedilmiş.
Kentin ruhu, Dionysos’un ayinlerinden değil, AVM müziklerinden ibaret.
Hermes bile yolları şaşırır bu karmaşada.
Çünkü yollar, artık yürümek için değil, satmak, almak ve daha çok tüketmek için çizilmiş.
Kuşlar artık Galata’da değil, kule vinçlerinde konaklıyor.
Rüzgâr Boğaz’dan değil, klimaların arkasından esiyor.
Ve İstanbul, artık bir imparatorluğun kalbi değil;
bir rant haritasının koordinatlarıdır.
Ama hâlâ, sorumluluğun ağır sessizliğinde yanar bir çift göz.
Ve hâlâ birileri kalemini, mahzenlerde gömülü yoldaşlar adına oynatır.
O zaman yükselir bir ses, geçmişin ve geleceğin ortak hafızasından…
Vedat Türkali’nin dizelerinde yankılanır vicdan.
"Almış dizginleri eline
Bir avuç vurguncu müteahhit toprak ağası
Onların kemik yalayan dostları
Onların sazı cazı villası doktoru dişçisi
Ve sen esnaf sen söyle sen memur sen entelektüel
Ve sen
Ve sen haktan bahseden Ortaköyün Cibalinin işçisi
Seni öldürürler
Seni sürerler
Buhranlar senin sırtından geçiştirilir
İpek şiltelerin istakozların
ve ahmak selameti için
Hakkında idam hükümleri verilir
Haktan bahseden namuslu insanları
Yağmurlu bir mart akşamı topladılar
Karanlık mahzenlerinde şehrin
Cellatlara gün doğdu
Kardeşlerin acısıyla yanan bir çift gözün vardır
Bir kalem yazın vardır
Dudaklarını yakan bir çift sözün vardır
Söylenmez
Haramiler kesmiş sokak başlarını
Polisin kırbacı celladın ipi spikerin çenesi baskı makinesi
Haramilerin elinde
Ve mahzenlerinde insanlar bekler
Gönüllerinde kavga gönüllerinde zafer
Bebeklerin hasreti içlerinde gömülü
Can yoldaşlar saklıdır mahzenlerinde"
