Madrid’e ilk indiğim anı unutamıyorum. Uçağın kapısı açıldı, ben adımımı attım ve birden kendimi Mars’a ayak basmış gibi hissettim. Havaalanının kalabalığı, yabancı tabelalar, bilmediğim bir dil… İçimden “Özden, burası gerçekten başka bir gezegen” dedim. Ama bu his kısa sürdü; çünkü Madrid insanları yabancılığı silip atan kocaman bir gülümsemeyle karşıladı.
Daha ilk günden adres sorarken yardım eden, kahve siparişimi sabırla bekleyen, hatta yolu tarif etmeyi bırakıp benimle birlikte yürüyen İspanyollar sayesinde yalnızlığım yerini güvene bıraktı. O an anladım: Madrid, sadece taş binalarıyla değil, insanlarının sıcacık kalpleriyle de büyüleyen bir şehir.
Tarih ve Sanatın Kalbi
Madrid’in merkezinde dolaşırken en çok dikkatimi çeken şey, tarihin sokaklarda hâlâ nefes alıyor olmasıydı. Puerta del Sol, şehrin tam kalbi. İnsanlar orada buluşuyor, fotoğraflar çekiliyor, hayatın akışı bir an bile durmuyor. Biraz ilerleyince ulaştığım Plaza Mayor ise başka bir dünyaya açılan kapı gibiydi. Meydanın çevresindeki kemerli binalar ve rengarenk sokak sanatçıları bana, “Burası sadece bir meydan değil, bir sahne” dedirtti.
Sanatıyla da büyülendiğimi söylemeden geçemem. Prado Müzesi’nde dolaşırken Velázquez’in ve Goya’nın tablolarına bakakaldım. Resimler, kelimelerden daha gürültülü konuşuyordu. Madrid bana şunu öğretti: “Sanat, sadece görmek değil, hissetmektir.”
Günlük Yaşam ve Eğlence
Tabii Madrid sadece tarihiyle değil, eğlencesiyle de ünlü. Gran Vía’da yürürken sağa sola bakmaktan yolumu şaşırdım. Dükkânlar, tiyatrolar, sinemalar… Burada hayat hiç durmuyor. Biraz yorulunca kendimi Retiro Parkı’nda buldum. Göl kenarında otururken çocukların kayıkla gezmesi, insanların çimenlere uzanıp kitap okuması bana huzurun evrensel olduğunu gösterdi.
Ve tabii ki mutfak! “Tapas” kültürünü denemeden Madrid’den dönmek olmaz. Küçücük tabaklarda gelen atıştırmalıklar, kocaman bir masaya sohbetin eşlikçisi oluyor. Benim en sevdiğim, kızarmış kalamar halkaları oldu. Yanında da soğuk bir “horchata” (bademli tatlı içecek) içince, kendimi gerçekten bir Madridli gibi hissettim.
Bir Parlamento Macerası
Ama Madrid’in bana bıraktığı en unutulmaz anı, şüphesiz katıldığım programdaki parlamento maceram oldu. Toplantının ortasında istemeden dikkatleri üzerime çekince içimden “Tamam, işte şimdi kesin yanlış yaptım” dedim. Fakat beklediğim gibi sert bakışlar yerine, kahkahalarla karşılaştım. Gülümseyerek devam ettiler. İşte o an anladım: Madrid’in ruhu, sadece ciddiyette değil, aynı zamanda hoşgörüde de gizli.
Flamenko’nun Ateşi
Madrid’de bir akşam kendimi küçük bir flamenko sahnesinde buldum. Sahneye çıkan dansçının ayakları yerle buluşurken, gitarın telleri ve şarkıcının sesi bütün salonu doldurdu. Alkış ritimleriyle birlikte kalbim hızlandı. Flamenko sadece bir dans değil; acıyı, coşkuyu, özlemi aynı anda anlatan bir hikâyeydi. O gece, Madrid’in ruhunu bir kez daha hissettim: Bu şehir sadece görmek için değil, yaşamak için var.
⸻
Madrid benim için; Mars’a inişle başlayan, tapaslarla, sanatla, parklarla, parlamentoda kahkahalarla ve flamenkonun ateşiyle devam eden bir yolculuktu. Eğer bir gün yolunuz düşerse, şunu unutmayın: Madrid’te kaybolmak, aslında kendinizi bulmaktır.
