İnsan sadece kaslardan, kemiklerden oluşmaz. Duygularımız, kararlarımızı şekillendirir, ilişkilerimizi belirler, hatta başarıya ya da başarısızlığa götürür. Ne kadar güçlü olursak olalım, duygularımıza karşı bağışıklık geliştiremeyiz. Seviniriz, üzülürüz, utanırız, kırılırız. Ve bazen... kıskanırız.
Kıskançlık, duygular arasında en çok saklanan, en az kabul edilen ama belki de en yaygın olanıdır. İçimizde kıpır kıpır dolaşır ama çoğu zaman adını koymaktan çekiniriz. Çünkü kıskanmak ayıpmış gibi gelir. Oysa kıskançlık, insan doğasının bir parçasıdır. Özellikle rekabetin, görünürlüğün, öne çıkmanın önemli olduğu alanlarda daha sık ortaya çıkar.
Kıskançlık aslında bir alarm sistemidir. Bir başkasında olup bizde olmayan bir şeyin farkına vardığımızda devreye girer. Bu bir başarı, bir övgü, bir ilişki, bir fırsat olabilir. Dışarıdan tehdit gibi görünen bu duygu, aslında içsel ihtiyaçlarımızı ve bastırılmış güvensizliklerimizi bize gösterir ancak bu duyguyla ne yaptığımız belirleyici olur. Onu bastırmak mı? İnkar etmek mi? Yoksa tanıyıp, dönüştürmek mi?
Spor, mücadele kadar duyguların da sahnesidir. Sahada kazanılan bir maç, soyunma odasında yaşanan içsel kayıpları gizleyebilir. Takım ruhu, beraberlik, dayanışma… Evet, bunlar idealdir. Ama gerçekte sahada bazen sadece rakiple değil, takım arkadaşınla da içten içe yarış halindesindir. Özellikle genç yaş gruplarında kıskançlık daha sık ve daha yoğun yaşanır. Kendini kabul ettirme isteği, öne çıkma arzusu, beğenilme ihtiyacı… Bunlar bir araya geldiğinde, kıskançlık çoğu zaman kaçınılmaz olur.
Beden eğitimi öğretmenliği yaptığım yıllarda, okul turnuvalarının birinde yaşadığımız bir olay hâlâ aklımdan çıkmaz. Takımımızın iki yıldız oyuncusu vardı: Can ve Emir. İkisi de yetenekli, çalışkan ve istekliydi. Turnuva yaklaşırken kadroyu belirlemem gerekiyordu. Antrenman performansına göre o hafta ilk 5’e Emir’i değil, Can’ı yazdım. Maç günü Can, alıştığım neşeli ve enerjik halinden çok uzaktı. Sessizdi, gözleri kaçıyordu. Arkadaşlarını alkışlamıyor, oyuna katkı vermiyordu. Maçtan sonra onunla birebir konuştum. Uzun bir sessizlikten sonra sadece şunu söyledi: “Hocam, Emir benim yerime oynadı ya… Sevinemedim. Onun başarılı olmasına bile içimden gelerek bakamadım.” Bir öğretmen olarak o anda ne başarı, ne skor, ne galibiyet umurumdaydı. Karşımda, içindeki kıskançlıkla boğuşan bir genç vardı. Onu suçlamadım. Aksine, bu duygunun ne kadar insani olduğunu, ama bunu doğru yönetmenin de büyümenin bir parçası olduğunu anlattım. Onu anladım, dinledim. Sonra Can da içini döktükçe rahatladı. Birkaç hafta sonra aynı turnuvada Emir’in sakatlığı sebebiyle Can oyuna girdi ve harika bir performans sergiledi. O gün sahada parlayan sadece yeteneği değil, duygularıyla baş etmeyi öğrenmiş bir gençti.
O çocuklar ile yollarımız ayrıldı ama o gün öğrendikleri bir şey vardı: Kıskanmak, ayıp ya da yanlış değil. Yeter ki onu bastırmak yerine tanıyabilelim. Özellikle genç sporcular, duygularını tanıma ve ifade etme konusunda desteklenmeli. Çünkü sahada sadece bacaklar koşmaz; kalpler de yarışır, duygular da mücadele eder. Bir öğretmen olarak şunu gördüm: Gençler başarıya olduğu kadar anlaşılmaya da ihtiyaç duyar. Ve bazen en büyük galibiyet, bir çocuğun kendi içindeki duygularla barışmasıdır.