,, ,
Aylin Koç
Köşe Yazarı
Aylin Koç
 

Atık Sandıklarımız

Beynimizin boşaltım sistemine sahip olmaması, bedenimizin hem ödülü hem cezası olabilir. Unutmaya çalıştığımız şeyleri bile unutamıyor, “unuttum” derken bile hatırlıyoruz. Oysa hepimizin atmak istedikleri var. Unutamadığımız anılarımız ve acılarımızla yaşamaya alışmışken, bazen en diplerden gün yüzüne çıkıyorlar. Olmadık zamanlarda olmadık yerlerde gözümüzün önünde beliriyorlar. Peki, ya böyle olması gerekiyorsa. İstediğimiz şeyleri unutabilseydik ve silebilme özelliğimiz olsaydı, belki bu defa pişmanlıklar yüklenecekti omzumuza. Bir insanın öldükten sonra anılma süresi, yapılan araştırmalara göre ortalama 150 yılmış. Eğer bir iz bırakmıyorsak… Peki ya beni kim anacak?Kaç yıl sonra adım anılmayacak? Belki bilinçaltımdaki bu telaşım beni üretmeye zorlayan etkendir. Bir de benim anmaya devam ettiklerim var. Benden sonra kimsenin adını anmayacağı insanlar var. İçlerinde öyle biri var ki… Yaram, ruhuma dert ince sızım. Vereceğim son nefesimle birlikte kimsenin bir daha anmayacağından emin olduğum tek bir kişi. Halam. Tek katlı bahçeli bir evde geçti çocukluğum. O gün ağabeyimle birlikte ön tarafa bakan odada yatıyorduk. Gecenin bir yarısı cam vurulmaya başladı.İkimizde korkuyla birbirimize bakarken kimsenin yatağından kalkmaya cesareti yoktu. Annem içeriden gelip camı açana kadar meraklanmaya devam ettik. Gelen eniştemdi. “Ablanız öldü.” Annemle babam hızlıca hazırlanıp çıkarlarken ben yatağın içinde uyuma numarası yapıyordum. Telaşlanmıştım, korku sarmıştı. Gözyaşlarım halamın ölümüne değildi. Çünkü ölüm, çoğu geceler uyku öncesi hikâyelerime çöken bir eylemdi. Ablası ölmüştü, o zaman sıra babama gelecekti. Gözyaşlarım öleceği aklıma gelen babam içindi, ölümünden on yıl önceydi. Ertesi sabah ben de halamların evine gittim. Yakın oturuyorduk, kiminle nasıl gittiğimi hatırlamıyorum. Ufak tek katlı bahçeli bir ev. Girişte salonu var, içeride bir oda, sağ tarafta mutfağa açılan kapı ve onun yanında wc kapısı. O kapıda ölmüş halam. Eniştem söylediğine göre orada bulmuş gece yarısı. Sözleri gibi sessiz olmuş gidişi de. Halam cüsseli akça pakça bir kadındı. Yaşıyorken hatırladığım çok görüntü yok aklımda. Salondaki divana yatırıp üzerini battaniyeyle örtmüşlerdi ama ayakları battaniyenin dışında kalmıştı. O gün ilk defa ölü bir beden görmüştüm,on bir yaşındaydım. Hâlâ gözümün önünde o evden iki detay var, maruf takvimi 6 Mart 1991’i gösteriyordu ve halamın ayakları başparmaklarından bağlanmış duruyordu, dik durması gerektiği içindir diye düşünmüştüm. Sonra yan bahçede cenaze yıkadıklarını hatırlıyorum. Beni uzak tutmaya çalışıyorlardı ama çok merak ediyordum. Halamın cansız bedenini değil, ölen birine ne yapıldığını merak ediyordum. Çamaşır ipine büyük bir çarşaf sermişlerdi. Küçük halam ve annem o çarşafın arkasındaydılar. Ben de bahçe duvarının dibinden gizlice oraya bakarak bir şeyler görmeye çalışıyordum. Küçük halam baktığımı görüp “Gel” dedi. Tam ben adım atıyorken annem “Hayır gelmesin.” dedi. Gidemedim, belki de iyi ki gidemedim. İçimde bu haliyle vicdan azabı olarak duran halam,belki o zaman daha çok etkileyecekti hayatımı. Halam babamların en büyükleriydi. Çocuğu yoktu. Zorla hamile kaldığı bebeklerini ya karnında kaybetmiş ya da doğduktan sonra. Bu onda psikolojik hasara sebep açmış, garip davranışları o yüzdenmiş. Garip davranışı sadece sessizliğiydi. Doktorlar,  büyücüler, hocalar,  gidilmedik yer kalmamıştı. Annemlerin konuşmalarından duyardım “hoca minare gölgesi istedi, almak için Kemeraltı’na gitmek lazım.” Minare gölgesi almak da ne demekti? Neymiş efendim yeleğinden bir ip parçası alıp üzerine okumuşlar, sonra o ipi wc ye atmışlar,büyü artık bozulamazmış. Benim onların konuştuklarıyla ilgilenmediğimi sanıp yanımda rahatça konuşuyorlardı. Oysa halam ile ilgili her haber o zamanlarda da benim için merak konusuydu, kulağım hep onlardaydı. -Tavuğu pişirip yermiş, kocasına da suyunu bırakırmış.- Bu konuyu da eniştem babama şikâyet ederken duymuştum. Arada bir halamın evi temizlenmeye gidilirdi, beni de götürürlerdi. Kendisi temizlemediği için eniştem babama söyleniyordu herhalde, sanırım o yüzden gidiliyordu. Çiçek saksılarının içinden bilezik bulurduk, en olmadık yerlerden altınlar çıkardı, enişteme verilirdi. Sürekli bebek kıyafetleri örerdi. Evin her tarafı rengârenk yünler ve her çeşit bebek kıyafeti doluydu. Bizim eve gelirken bana bisküvi getirirdi. Ben almaya çekinirdim, annemin ısrarıyla alırdım ama yine de yemezdim. Bazen pazara doğru giderken onların evinin önünden geçmek zorunda kalırdım. Durdurup da beni sevmesin diye koşarak geçerdim. Evinin ahşap panjurlu penceresinden bakıyor olurdu, ben ona bakmazsam onun da beni görmeyeceğini sanırdım. Kim bilir ne çok yaraladım onu. Ah ne bilsin çocuk aklım! O öldükten sonra yine evini temizledik. Yine bir sürü yerden altınlar çıktı. Mutfak dolaplarının içinden bile bebek kıyafetleri çıktı. Birkaç bebek kıyafeti, bir dantel ve bir kanaviçe işlemeli örtü ayırdı annem. Ben de özenle sakladım. Hâlâ da kullanırım bir yerlerde, gözüme ilişsin ortada dursun, onu hatırlayayım isterim. Altınları gömmesi bir işe yaramamasındandı, onu mutlu etmemesindendi. O, sahip olamadığı çocuklarının, giydiremediği kıyafetleriyle yaşamaktan ve kuşanmaktan mutluydu. Münzevi hayatında dünya ile kurduğu bağ o kıyafetlerdi. Dünya ile kurduğum bağ değiştikçe, büyüdükçe onu anladım. Onu yaşıyorken bu dünyada kimse anlamadı, ben ise çok geç…Yaptığım şeylerin sorumluluğunu kötü hissetmeden üstelenebilecek kadar büyüğüm artık. Şimdi düşünüyorum da halamla bu ilişkiyi yaşamamın bir sebebi varmış,onu anacak benden başka kimsesi kalmadı. Sadece bana bıraktığı iz ile ben anıyorum. İyi ki de iz bırakmış, iyi ki geçti bu dünyadan. Gittiğin yerde sessiz değil mutlusundur umarım. Sonradan anladım ve sevdim seni,özrüm sana son sözüm olsun, ışıklarla sana selam olsun.
Ekleme Tarihi: 14 Haziran 2023 - Çarşamba

Atık Sandıklarımız

Beynimizin boşaltım sistemine sahip olmaması, bedenimizin hem ödülü hem cezası olabilir. Unutmaya çalıştığımız şeyleri bile unutamıyor, “unuttum” derken bile hatırlıyoruz. Oysa hepimizin atmak istedikleri var.

Unutamadığımız anılarımız ve acılarımızla yaşamaya alışmışken, bazen en diplerden gün yüzüne çıkıyorlar. Olmadık zamanlarda olmadık yerlerde gözümüzün önünde beliriyorlar. Peki, ya böyle olması gerekiyorsa. İstediğimiz şeyleri unutabilseydik ve silebilme özelliğimiz olsaydı, belki bu defa pişmanlıklar yüklenecekti omzumuza.

Bir insanın öldükten sonra anılma süresi, yapılan araştırmalara göre ortalama 150 yılmış. Eğer bir iz bırakmıyorsak… Peki ya beni kim anacak?Kaç yıl sonra adım anılmayacak? Belki bilinçaltımdaki bu telaşım beni üretmeye zorlayan etkendir.

Bir de benim anmaya devam ettiklerim var. Benden sonra kimsenin adını anmayacağı insanlar var. İçlerinde öyle biri var ki… Yaram, ruhuma dert ince sızım. Vereceğim son nefesimle birlikte kimsenin bir daha anmayacağından emin olduğum tek bir kişi. Halam.

Tek katlı bahçeli bir evde geçti çocukluğum. O gün ağabeyimle birlikte ön tarafa bakan odada yatıyorduk. Gecenin bir yarısı cam vurulmaya başladı.İkimizde korkuyla birbirimize bakarken kimsenin yatağından kalkmaya cesareti yoktu. Annem içeriden gelip camı açana kadar meraklanmaya devam ettik. Gelen eniştemdi. “Ablanız öldü.”

Annemle babam hızlıca hazırlanıp çıkarlarken ben yatağın içinde uyuma numarası yapıyordum. Telaşlanmıştım, korku sarmıştı. Gözyaşlarım halamın ölümüne değildi. Çünkü ölüm, çoğu geceler uyku öncesi hikâyelerime çöken bir eylemdi. Ablası ölmüştü, o zaman sıra babama gelecekti. Gözyaşlarım öleceği aklıma gelen babam içindi, ölümünden on yıl önceydi.

Ertesi sabah ben de halamların evine gittim. Yakın oturuyorduk, kiminle nasıl gittiğimi hatırlamıyorum. Ufak tek katlı bahçeli bir ev. Girişte salonu var, içeride bir oda, sağ tarafta mutfağa açılan kapı ve onun yanında wc kapısı. O kapıda ölmüş halam. Eniştem söylediğine göre orada bulmuş gece yarısı. Sözleri gibi sessiz olmuş gidişi de.

Halam cüsseli akça pakça bir kadındı. Yaşıyorken hatırladığım çok görüntü yok aklımda. Salondaki divana yatırıp üzerini battaniyeyle örtmüşlerdi ama ayakları battaniyenin dışında kalmıştı. O gün ilk defa ölü bir beden görmüştüm,on bir yaşındaydım. Hâlâ gözümün önünde o evden iki detay var, maruf takvimi 6 Mart 1991’i gösteriyordu ve halamın ayakları başparmaklarından bağlanmış duruyordu, dik durması gerektiği içindir diye düşünmüştüm.

Sonra yan bahçede cenaze yıkadıklarını hatırlıyorum. Beni uzak tutmaya çalışıyorlardı ama çok merak ediyordum. Halamın cansız bedenini değil, ölen birine ne yapıldığını merak ediyordum. Çamaşır ipine büyük bir çarşaf sermişlerdi. Küçük halam ve annem o çarşafın arkasındaydılar. Ben de bahçe duvarının dibinden gizlice oraya bakarak bir şeyler görmeye çalışıyordum. Küçük halam baktığımı görüp “Gel” dedi. Tam ben adım atıyorken annem “Hayır gelmesin.” dedi. Gidemedim, belki de iyi ki gidemedim. İçimde bu haliyle vicdan azabı olarak duran halam,belki o zaman daha çok etkileyecekti hayatımı.

Halam babamların en büyükleriydi. Çocuğu yoktu. Zorla hamile kaldığı bebeklerini ya karnında kaybetmiş ya da doğduktan sonra. Bu onda psikolojik hasara sebep açmış, garip davranışları o yüzdenmiş. Garip davranışı sadece sessizliğiydi. Doktorlar,  büyücüler, hocalar,  gidilmedik yer kalmamıştı. Annemlerin konuşmalarından duyardım “hoca minare gölgesi istedi, almak için Kemeraltı’na gitmek lazım.” Minare gölgesi almak da ne demekti? Neymiş efendim yeleğinden bir ip parçası alıp üzerine okumuşlar, sonra o ipi wc ye atmışlar,büyü artık bozulamazmış. Benim onların konuştuklarıyla ilgilenmediğimi sanıp yanımda rahatça konuşuyorlardı. Oysa halam ile ilgili her haber o zamanlarda da benim için merak konusuydu, kulağım hep onlardaydı. -Tavuğu pişirip yermiş, kocasına da suyunu bırakırmış.- Bu konuyu da eniştem babama şikâyet ederken duymuştum.

Arada bir halamın evi temizlenmeye gidilirdi, beni de götürürlerdi. Kendisi temizlemediği için eniştem babama söyleniyordu herhalde, sanırım o yüzden gidiliyordu. Çiçek saksılarının içinden bilezik bulurduk, en olmadık yerlerden altınlar çıkardı, enişteme verilirdi. Sürekli bebek kıyafetleri örerdi. Evin her tarafı rengârenk yünler ve her çeşit bebek kıyafeti doluydu.

Bizim eve gelirken bana bisküvi getirirdi. Ben almaya çekinirdim, annemin ısrarıyla alırdım ama yine de yemezdim. Bazen pazara doğru giderken onların evinin önünden geçmek zorunda kalırdım. Durdurup da beni sevmesin diye koşarak geçerdim. Evinin ahşap panjurlu penceresinden bakıyor olurdu, ben ona bakmazsam onun da beni görmeyeceğini sanırdım. Kim bilir ne çok yaraladım onu. Ah ne bilsin çocuk aklım!

O öldükten sonra yine evini temizledik. Yine bir sürü yerden altınlar çıktı. Mutfak dolaplarının içinden bile bebek kıyafetleri çıktı. Birkaç bebek kıyafeti, bir dantel ve bir kanaviçe işlemeli örtü ayırdı annem. Ben de özenle sakladım. Hâlâ da kullanırım bir yerlerde, gözüme ilişsin ortada dursun, onu hatırlayayım isterim.

Altınları gömmesi bir işe yaramamasındandı, onu mutlu etmemesindendi. O, sahip olamadığı çocuklarının, giydiremediği kıyafetleriyle yaşamaktan ve kuşanmaktan mutluydu. Münzevi hayatında dünya ile kurduğu bağ o kıyafetlerdi. Dünya ile kurduğum bağ değiştikçe, büyüdükçe onu anladım.

Onu yaşıyorken bu dünyada kimse anlamadı, ben ise çok geç…Yaptığım şeylerin sorumluluğunu kötü hissetmeden üstelenebilecek kadar büyüğüm artık. Şimdi düşünüyorum da halamla bu ilişkiyi yaşamamın bir sebebi varmış,onu anacak benden başka kimsesi kalmadı. Sadece bana bıraktığı iz ile ben anıyorum. İyi ki de iz bırakmış, iyi ki geçti bu dünyadan.

Gittiğin yerde sessiz değil mutlusundur umarım. Sonradan anladım ve sevdim seni,özrüm sana son sözüm olsun, ışıklarla sana selam olsun.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve newsfindy.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.